"Baba, hayır! Beni bırakma, lütfen!" Derken ellerimi kandan temizlemek için üstüme sürdüm. Daha sonra ellerimle başını dizlerime koydum. Gözyaşlarım yüzüne doğru damlıyor ve bazı noktalardaki kanı dağıtıyordu. "Sensiz yapamam!" "A-ada.." "Yorma kendini aşkım." Dediğimde acıyla gülümsedi. "Se-ni," Dedi ve duraksadı. Biraz nefes almayı başardıktan sonra devam etti. "Sev-diğimi biliyorsun, değil mi?" Gözlerimi mavi gözlerinden ayırmadan kafamı salladım. "Ben de seni seviyorum babacığım! Ama lütfen beni bırakma!" "Daha 16 ya-şında-sın... Kendini harcama kızım, ba-bana yakışır bir kız evlat ol." Dedi zar zor aldığı nefesle. İşaret parmağımı dudaklarına götürürken gözlerimi kırpmamaya dikkat ediyordum. "Lanet ambulans gelecek ve sen kurtulacaksın baba! Unuttun mu yarın LA Lakers maçına gideceğiz! Kobe seni göremezse çok üzülür!" Dedim ve sırıtmaya çalıştım ama yapamadım. Son hissettiğim şey sol tarafımda bir yerlerde olan derin acıydı. "Hayır baba!" Derken çığlık atıyordum.
-o-
Yataktan terler içinde kalktığımda son 2 yıldır gördüğüm kabusu tekrar gördüğümü anlamıştım. Bilinçaltım bu olayı 2 yıldır klasörlerinden boşaltamıyordu. Belki de babamın ben de olan değerini sevgili anneciğim bile bilmiyorken bilinçaltım biliyordur. Çıplak ayaklarımı yataktan sarkıtırken ellerimle şakaklarımı ovaladım. Dünkü son birayı Sage'in gazına gelerek içmemeliydim. Lanet çocuk! "Ada, breakfast is ready!" (Ada, kahvaltı hazır!) Duyduğum Brenda sesiyle yüzümü buruşturdum. Nam-ı diğer annem. "I'm coming!" (Geliyorum!) Yataktan kalkıp odamdaki banyoya girerken gözüm saate takıldı. Lanet. Olsun! İşe geç kalıyorum! Hemen 10 dakikalık duşumu alıp üstüme şort ve The Beatles tişörtümü geçirdim. Siyah çantamı da alıp merdivenlerden hızlıca inmeye başladım. "Purposely doing, is not it?" (İnadına yapıyorsun, değil mi?) "For God's sake, what are you talking about?" (Tanrı aşkına, sen neyden bahsediyorsun?) Dedi Brenda kaşlarını kaldırarak. "Nothing. You also you want or not, I'll try it here!" (Hiçbir şeyden. Ayrıca sen istesen de istemesen de, ben burada çalışacağım!) Derken ağzıma kaşar atıp ayakkabılarımı giymeye gittim. Onunla bütün gün aynı evde kalmaya tahammül edeceğimi mi sanıyordu gerçekten?! Yolda hızlı adımlar atarken bir yandan da saçlarımı düzeltiyordum. Uzun ve sarı saçlarım hiç de düzelmek istiyor gibi durmuyorlardı doğrusu. Blue Cafe'nin kapısını iterken çantamı omzumdan çıkardım. Karşıda bana "İşe yine geç kaldın küçük hanım!" bakışlarıyla bakan Angel'a bakmamaya özen göstererek personeller için ayrılan kısma geçtim. İsminin anlamı "Melek" olan bir kız için bu bakışlar saçmaydı. Tabii ismin sahibinin işe geç kalan bir personeli yoksa. "Angel got very angry with you!" (Angel, sana çok kızdı!) Diye parladı arkamdan Summer. Beline kadar ulaşan altın rengi saçlarıyla bütünleşen mavi gözleri bana merakla bakıyordu. "I picked up late again." (Beni yine geç kaldırdı.) Diye cevapladım sorusunu. Sesli düşünmese de neden geç kaldığımı öğrenmek istediğini adım gibi biliyordum. "Your mom?" (Annen?) "Yeah." (Evet.) Derken gözlerimi devirip Blue Cafe'e ait olan şapkamı ve önlüğümü taktım. "So?" (Yani?) Derken kaşlarını kaldırıyordu. "So, what?" (Yani ne?) "Will you continue to work?" (İşe gelmeye devam edecek misin?) Sorduğu soruyla kaşlarımı çattım. "Of course. I'm not a girl listening to her mother's promise." (Elbette. Annesinin sözünü dinleyen bir kız değilim.) "Okay. I can no longer have to go piss." (Tamam. Onu daha fazla sinirlendirmeden gitmelisin.) Kaşlarımı kaldırıp kimden bahsettiğini anlamaya çalışırken Angel'ı hatırlayıp kafamı salladım. "Yeah. Good bye!" (Evet. Görüşürüz!) "Bye." (Görüşürüz.) Dedi ve sırıttı. Bazen beni kızdırsa da Summer'ı gerçekten seviyorum. Belki de 2 yıldır Londra'da durabilmemin tek sebebi oydu. Bir de okulum. Dans okulum! "I can't forgive you one more time, Ada!" (Seni bir daha ki sefere affedemeyeceğim, Ada!) İngiliz aksanıyla söylediği adımı gülmemeye çalışarak başımla onayladım. "Yes, I'm sorry Angel. Will never happen again! I promise." (Evet, özür dilerim Angel. Bir daha olmayacak. Söz veriyorum.) Dedim şirin kız maskemi takınarak. Elbette beceremedim. "I hope." (Umarım.) Dedi ve saniyeyle yüzündeki gülümseme soldu. Angel'ı gülerken görmek belki de Brad Pitt ile Jennifer Aniston'ın bir araya gelmesi kadar zor bir durumdu. Ama onu gülerken gördüğünüzde hayatınızı verdiğiniz bir hayalinizin gerçekleştiği an kadar mutlu olurdunuz. Çünkü Angel'ın harika bir gülümsemesi vardı. Sanırım Drew bu yüzden Angel'a katlanabiliyordu. Gülümsemesini görmek için. "Can I take your order?" (Siparişinizi alabilir miyim?) Derken elimdeki kalemi not defterine daha da yaklaştırdım. "Yeah. I want a hamburger and a coke." (Evet. Ben bir hamburger ve bir kola istiyorum.) Söylediklerini not alırken adımın çağırılmasıyla arkamı döndüm. "Ada! In this table, deal with our customers, please!" (Ada! Bu masadaki müşterilerimizle ilgilen lütfen!) Derken eliyle tam tepesinde durduğu masayı gösterdi. "Of course." (Elbette.) Diye gülümserken o masaya doğru ilerledim. "You wonder what you will get?" (Ne alırsınız acaba?) "I just want coffee." (Ben sadece kahve istiyorum.) "So do I." (Ben de.) "I want a coke." (Ben kola istiyorum.) "A coke, please." (Kola, lütfen.) "And you?" (Ve sen?) Derken karşımdaki Sarışına bakıyordum. "I want a hamburger and coke. And potato. Please get well-cooked potatoes!" (Ben bir hamburger ve bir kola istiyorum. Ve patates. Lütfen papatesler iyi pişmiş olsun!) "OK, just bring." (Tamam, şimdi getiriyorum.) Derken gülümsedim ve arkamı dönüp kasanın arkasında beni umut dolu gözleriyle süzen Summer'a doğru yürüdüm. "Sage! 2 coffee, 3 Coke. Good baked potatoes and burgers." (Sage! 2 kahve, 3 kola. İyi pişmiş patates ve hamburger.) Dedikten sonra Summer'a döndüm. Her an üstüme atlayıp çığlık atacakmış gibi duruyordu. Ve Summer çok nadiren bu şekilde dururdu. Şu 5 çocuğun resmine bakarken, şarkılarını dinlerken ya da haberlerini izlerken. Bir de video klipleri vardı tabii. Bir saniye ben 5 çocuk mu demiştim?! Arkamı dönüp omzumun üstünden az önce sipariş aldığım masaya baktım. 1 adet kıvırcık, 1 adet esmer, 1 adet sarışın, 1 adet mimikleri komik olan çocuk ve 1 adet ciddiyetle etrafı süzen çocuk. Toplam 5 kişi! Tanrım, bu çocuklar Summer'ın adeta taptığı grup. One band, one dream, One Direction!
-Evet, gece gece canım sıkıldığı için bir senaryo yazdığım doğrudur. Tahmin edebileceğiniz gibi Ada bir Türk. Annesi de İngiliz, babası da Türk ama 2 yıl önce öldü. Gereken yerleri zaten ileri ki bölümlerden öğreneceksiniz. Umarım hikaye tutulur şimdiden teşekkürler! Bir de gramer hatası illaki olacaktır, olan bölümler için üzgünüm :*
En son Mathers. tarafından Çarş. Ağus. 15, 2012 9:40 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 5 kere değiştirildi
Hazel
Konu: Geri: Just Want You? Ptsi Tem. 23, 2012 9:11 am
Oyş,çok beğendim Devam kuzum (:
eowyn.
Konu: Geri: Just Want You? Ptsi Tem. 23, 2012 10:40 am
"Summer, please don't scream." (Summer, lütfen çığlık atma.) Dedim gözlerimi One Direction'dan ayırıp Summer'a sabitlediğimde. Dudağını kemirmeye başladığında kendini zor tuttuğunu anlatmaya çalışıyordu elbette. "This event doesn't appeal to Angel." (Bu olay Angel'in hoşuna gitmez.) Kafasını salladı ve gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. "I have to go the room." (Ben odaya gitmek zorundayım.) Dedi sonunda gözlerini açıp. "Hey, orders ready." (Hey, siparişler hazır.) Sage ellerindeki hamburger ve ordusunu gösterirken sabırsızlıkla gidip almamı bekliyordu. Son kez Summer'a bakıp siparişleri Sage'in elinden aldım. "Here you go sir." (Buyurun efendim.) Derken siparişleri teker teker masaya bırakıyordum. "Thanks." (Teşekkürler.) Dedi kıvırcık. "You're welcome." (Rica ederim.) Dedim ve tepsiyi alıp hızla personel odasına doğru yürümeye başladım. Son gördüğüm Sarışın'a "Yavaş ol." Diyen Esmer'di. "Are you okay?" (İyi misin?) Dedim yanına ulaştığımda. "No! I dreamed a group inside, but I can not speak with them!" (Hayır! Hayalini kurduğum grup içeride ama ben onlarla konuşamıyorum!) Diye bağırdı. "I'm sorry Summer." (Üzgünüm Summer.) Derken ona sarılıyordum. Angel bu konularda çok hassastı. Asla müşterilerle konuşmamıza izin vermezdi. Müşterilerin sadece siparişleri alınırken "Ne alırsınız efendim?" ve siparişleri verilirken de "Buyurun efendim." denilebilirdi. Angel kafenin ismi kötü etkilenir diye müşterilerle pek konuşturmazdı. Bu çok saçma! "What is happening here?" (Burada neler oluyor?) "Angel..." (Angel...) Diye fısıldadı Summer. Konuşamayacağını anladığımda ben araya girmek zorunda kaldım. "Angel, please let me talk to them." (Angel, lütfen onlarla konuşmasına izin ver.) "I thought you know I will not make it." (Bunu yapmayacağımı biliyorsun sanıyordum.) Dedi gözlerini Summer'dan ayırırken. "But-" (Ama-) "Per job girls!" (İşinizin başına kızlar!) Diye kesti sözümü. "Damn it." (Lanet olsun.) Dedim Angel odayı terk ettiğinde. "Okay, I'm fine." (Tamam, ben iyiyim.) "Really?" (Gerçekten mi?) "Yeah Ada." (Evet Ada.) "Fine. Or come and kill us, Angel!" (Güzel. Yoksa Angel bizi gelip öldürecek!) Dediğimde güldü ve bana yeniden sarıldı. Sarı saçlarını okşarken ona verdiğim değeri tekrar anımsıyordum. Babam gittiğinden beri Summer benim hayatımda en değer verdiğim kişi olmuştu.
******
"No, Sage!" (Hayır Sage!) Diye bağırdım elimdeki tepsiyi hızla masaya bırakırken. "Please!" (Lütfen!) Derken iki elini birleştirmiş adeta bir Meryem Ana'ymışım gibi eğildi. "That party is full of idiots!" (O parti aptallarla dolu!) "I need you, please!" (Sana ihtiyacım var, lütfen!) "Why not your girlfriend?" (Kız arkadaşın neden gelemiyor?) Dedim gözlerimi devirirken. "She didn't get permission from his family." (Ailesinden izin alamamış.) Sanırım gerçekten bana ihtiyacı vardı. "Why do we have to bring one?" (Neden birini götürmek zorundasın ki?) "I'll be in the wave." (Dalga konusu olurum.) "Okay, but you will be the first and last favor." (Tamam ama bu sana ilk ve son iyiliğim olacak.) Dedim tepsiyi tekrar elime alırken. "THANK YOU! I LOVE YOU, ADA!" (TEŞEKKÜR EDERİM! SENİ SEVİYORUM ADA!) Dedi ve kollarını etrafıma doğru sardı. Kıkırdadım ve benden ayrılmasını bekledim. "OK, here's your dress!" (Tamam, işte elbisen!) Dedi elime beyaz bir elbise tutuştururken. "What?" (Ne?) İrice açılmış gözlerimi önemsemeden bakışlarımı Sage'e diktim. "This party will be a little strange. Please wear it! I'll take you home tonight at 8 hours." (Bu parti biraz tuhaf olacak. Lütfen bunu giy! Saat akşam 8'de seni evden alacağım.) "No-" (Hayır-) Derken kapanan kapı sözümü kesmişti. Lanet olsun Sage!
******
Karşı koltukta duran beyaz-kısa elbiseye bakarken sıkıntıyla yanaklarımı şişirdim ve oturduğum yatağa kendimi bıraktım. Bu elbiseyi giymek zorunda mıydım? Sage'e partiye gitmem bile yetmeliydi. Bana sarıldıktan sonra odayı terk etmeliydi; elime bir elbise sıkıştırmak değil. "Can I come?" (Gelebilir miyim?) "Yes." (Evet.) Dedim ve yatakta tekrar oturur pozisyona geldim. "Are you going somewhere?" (Bir yere mi gidiyorsun?) Dedi koltuğun üstündeki elbiseyi görünce. "Unfortunately." (Maalesef.) Dedim ve sağ elimle önüme gelen saçlarımı geriye doğru attım. "Is this a date?" (Bu bir randevu mu?) Bunu demesiyle yerimden sıçradım ve az önce eline aldığı elbiseyi elinden aldım. "NO!" (HAYIR!) "Calm down." (Sakin ol.) Dedi ve güldü. "I am calm." (Ben sakinim.) "I can see that." (Bunu görebiliyorum.) Dedi ve tekrar güldü. "God! Do not make your manicure or something?" (Tanrım! Senin yapacak manikürün falan yok mu?) Dedim kapıyı göstererek. "Okay, getting out." (Tamam, çıkıyorum.)
******
"How?" (Nasıl?) "Disgusting." (İğrenç.) "Stopped on the very nice dress." (Elbise üstünde çok hoş durmuş.) Derken gözlerini üstümde gezdirdi. "Shut up!" (Kapa çeneni!) Dedim ve dirseğimi karnıma geçirdim. Etrafıma bakarken onu gördüm. Tanrım, bu Summer'ınkilerden biriydi. Kıvırcık, işte o! Hemen arkasından koşarken Sage'in "Nereye gidiyorsun Tanrı aşkına?" cümlesine aldırmıyordum. Sadece ona yetişmeli ve onu bir şekilde Summer ile görüştürmeliydim. "Hey!" (Hey!) Dedim ama lanet müzik sesimi bastırıyordu ve Kıvırcık bahçeye çıkan kapıdan dışarı çıkmıştı. Yanında kimse yoktu, işte bu iyiydi. Dışarı çıktığımda onu ortalarda görememiştim. "Curly!" (Kıvırcık!) "Really? Are you addressing me that way?" (Gerçekten mi? Bana böyle mi hitap ediyorsun?) Düzgün İngiliz aksanını duyunca arkamı döndüm. Ay ışığında yarım görünen suratıyla karşımdaydı. Yeşil gözleri adeta geceyi aydınlatmak için yaratılmıştı. Tanrı bana en güzel kulunu sunmuştu. Tapılası dudakları, dokunmaya kıyamayacağınız kıvırcık saçlarıyla tam karşımdaydı. Usta bir heykeltıraşın elinden geçmiş gibi kusursuz bir teni vardı. Hey, beni böyle etkilememeliydi!
MERHABA, YILLAR SONRA DEVAM EDİLEN HİKAYENİN YAZARI BEN! HER NEYSE ESAS KIZIMIZI DEĞİŞTİRİYORUM; CANDICE ACCOLA. BU KIZA TAPTIĞIM İÇİN ESAS KIZI CANDICA YAPTIM AMA SİZ ADA'NIN YERİNE KENDİNİZİ HAYAL EDEBİLİRSİNİZ :D